Alimler ve Arifler

[size=18px][color=green]Alimler ve Arifler

Mevlâna Celaleddin-i Rumi Hazretleri şöyle diyor:

“Şeyh Dekukî Hak aşığı ve keramet sahibi kamil bir veli idi. Geceleyin yürüyenlerin ruhu, ondan nur alırdı. O yeryüzünde iken gökteki ay gibi idi. Bir yerde az oturur, bir köyde iki günden fazla bulunmaz ve ‘eğer bir evde iki günden fazla oturursam, kalbimde oranın sevgisi alevlenir‘ derdi.

Şeyh Dekukî gündüzleri seyahatle, gecelerini ise ibadet ile geçirirdi. Halktan ayrılmıştı ama bu ayrılığı kötü huyundan dolayı değildi, insanlardan kaçıp tek kalmıştı ama bu yalnızlığı halkı ve Hakk‘ı ayrı ayrı görmekten kaynaklanmıyordu.


“Bir cüz(mürit), bütünden(mürşitten) ayrılırsa iş görmez hale gelir. Tıpkı bir uzuv, bedenden kesilince murdar olduğu gibi. Ölü kalır. Candan haberi olmaz.

O cüz (mürit) hareket etse bile bu onun diriliğine delil olmaz. Çünkü vücuttan yeni kopmuş olan bir organda canlılık belirtisi olur. Ama zamanla ölür.“ (Tahirül Mevlevi, Şerhi Mesnevi, X, 506 (B. No :9627-9631))

Ayrı kalmak, tek başına olmak her yiğidin harcı değildir. Mürit olan, mürşidi ile tamam olur. Mürit eksikliğini mürşidi sayesinde giderir. Hatalarını anlar. Güzelliklerini geliştirir. Kusurlarını görür, tövbe etmesi gerektiğini anlar.

Onun için mürşid-i kamil olan zatlar hep kamil insanlarla gönül beraberlikleri olduğundan, insanların günahkâr hallerine acırlar, merhamet ederler.

İşte Şeyh Dekukî Hazretleri de insanlara çok şefkatli ve merhametli idi. Dua ettikçe duası kabul olurdu, iyinin de kötünün de sığınağı idi. Herkese anasından babasından daha merhametliydi. O fetva gerektiren her konuda insanların imamıydı. Takva hususunda ise adeta meleklere benzerdi.

“İşte bu kadar takvası ile o, Allahu Teâla‘nın has kullarını görmek için can atardı. Seferlerindeki en büyük muradı da bir an olsun, Allahu Teâla‘nın sevgili bir kulu ile buluşmak ve onunla tanışmak idi. Yol boyunca:

- İlâhi ya Rabbi!.. Beni has kullarına kavuştur, onlarla buluştur. Ben onların samimi hizmetçisi olayım. Gönlü perdelenmiş biri olsam da bilmediğim veli kullarını bana şefaatçi kıl, diye dua eder dururdu.

Allahu Teâla ona şöyle hitap etti:

- Ey büyük veli kulum!..Bu ne aşktır, bu ne hararettir ki geçmiyor? Benim muhabbetime kavuşmuşsun daha ne istiyorsun? Allah seninle beraber iken bir insanı neden sevmek istersin?

Şeyh Dekukî şöyle niyaz etti:

- Ey sırları bilen Allahım!.. Kalbime niyaz yolunu sen açtın. Ben denizin ortasında oturmakta isem de velilerin kalbine akseden ilâhi sırlara tamah etmekteyim.

İşte sen de ey sâliki... Manevî konularda her ne elde etmek istersen, bu hususta aza kanaat etme!...Daima fazlasını iste.

Allahu Teâla‘nın dergahı sonu olmayan divandır, ilâhi huzurdur. Bulunduğun makama baş sedir olarak çakılıp kalma. Gönlün ilerleme yoludur. Daima ilerlemeye bak!...“ (Tahırül Mevlevî, Şerhi Mesnevi, X, 514 (B. No: 9652-9653))

Hırs şiddeli arzu demektir. Hırsın iyisi de olur kötüsü de. ilim öğrenme hırsı, Allahu Teâla‘yı tanımak, onun rızasına ulaşmak olursa bu övülür. Aksi olursa kınanır, işte Musa (aleyhisselam) ilim öğrenmeye öyle hırslı idi ki Allahu Teâla‘yı iyice tanımak, bilmek istiyordu.

Rasulullah (aleyhisselam) Efendimizin anlattığına göre:

“Bir gün Musa (s.a.v) İsrailoğullarına hitap etti. Bu sırada kendine ‘İnsanların en alimi kimdir?‘ diye bir soru soruldu. Musa (aleyhisselam) da benim dedi.

Ve Allahu Teâla onu kınadı. Ona ‘iki denizin birleştiği yerde benim bir kulum var. O senden daha alimdir‘ diye vahyetti.“ (Buharı, İlim, 44; Müslim, Fedail, 1 70; Tirmizi, T. Sure, 1 8)

Bunun üzerine Musa (aleyhisselam) genç arkadaşı Yuşa b. Nun‘a:

“ Durup dinlenmeyeceğim, ta ki iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut senelerce yürüyeceğim demişti. “ (Kehf, 60)

Böylece ilim yolculuğuna çıktı. Bu yolculuğunda Hızır (s.a.v)‘dan nice marifetler tahsil etti. (İlgili ayetler için bkz: Kehf, 60-82; Yorumlar için bkz : ibnı Kesir, T. Kur‘anil Azim, V, 173; Hâzin, Tefsir, IV, 182)

İmam Kuşeyri Hazretleri şöyle diyor:

“Allahu Teâla‘yı bilen, tanıyan insana arif denir. Arifin sahip olduğu ilme ise marifet denir. Her arif alimdir. Çünkü bu kişi, Allahu Teâla‘yı önce sıfat ve isimleri ile tanır. Sonra Allah ile kendi arasındaki muamelelerinde dosdoğrudur, samimidir, ihlas sahibidir.

Bu yüzden kötü huylardan arınmıştır. Üzerindeki bu saf haliyle o, Allah‘ın huzurunda uzun uzadıya O‘ndan gelecek olan ilmi beklemiş olandır. Bu yaptıklarının sonucu olarak Allahu Teâla ona yönelmiştir. Onun bütün hallerinde sadakat üzere olmasını sağlamıştır.

Artık o, nefsinin esiri olmaktan da kurtulmuştur. Kendisini Allah‘tan başkasına davet eden her şeyden uzaklaşmıştır. Böylece Allahu Teâla ile beraber olmak, ona en büyük huzur sebebi olmuştur, içi ve dışı ile her an, tabii bir halde Cenab-ı Hakk‘a münacat etmektedir.

Nihayet ilâhi kudretin ne şekilde meydana geldiğini, bununla ilgili nice sırları, Allahu Teâla ona öğretir, işte bu kişiye arif denir. Onun bu haline ise marifet denir. O bu haliyle ilhama hazır hale gelmiştir. Çünkü o, sufiliği en iyi yaşayan ve bilen velidir.“ (Kuşeyri, Risale, s.428)

“ İşte Allahu Teâla‘nın arif kulu Şeyh Dekukî şöyle diyor:

Uzun bir müddet doğu ile batı arasında sefere çıktım. Aylarca hatta yıllarca Allahu Teâla‘nın kudret ve sanatına hayran olarak seferlerde bulundum. Biri bana ‘Toprak ve taş üstünde yalınayak yol alıyorsun‘ dedi. Ben de ona şunu söyledim:

- Ben kendimde değilim, ben hayranım. Sen beni bu ayaklarla toprak üzerinde yürüyor sanma. Aşıklar gönül yurdunda sefer ederler. Uzunluk ve kısalık bedenin bir vasfıdır. Bizim cismimiz, bu seferi ruhtan öğrenmiştir.

Ben bir gün Yârin nurlarını göreyim diye yanıp tutuştum. Denizi damlada, güneşi zerrede görmek istedim. Öyle bir deniz kıyısına vardım ki gündüz gecikmiş vakit akşam olmuştu.

Ansızın uzaktan yedi mum gördüm. Sahile doğru koştum. O mumlardan her biri gökyüzüne kadar yükselmişti. O kadar şaşırdım ki şaşkınlık bile buna şaşırdı.

Aydan daha parlak olan bu mum önünde insanlar, kandil arıyorlardı. Kendi kendime dedim: Acaba insanların gözünde bir bağ mı var? Bu kadar parlak nuru görmüyorlar!...

Bu yedi mum yedi insan haline geldi. Onların nuru gök-kubbeye kadar yükseldi. Hatta onların nuru yanında gündüzün aydınlığı tortu gibi kalıyordu. Bu nur diğerlerini silip süpürüyordu.

Sonra bu mumlar öyle güzel ağaçlar oldular ki, ağaçlardaki yeşilliğin güzelliğinden adeta gözler kamaşıyordu. Yapraklarının çokluğundan ise dalları gözükmüyordu. Her ağacın dalı sanki Sidre-i Müntehâ‘ya erişmişti.

Ağaçlardan her birinin kökü yerin dibine kadar girmişti. Ağaçların kökü, dallarından öyle güler yüzlü idi ki akıllar alt üst oluyordu. Olgunluktan yarılan meyvelerinden, su gibi nur şimşekleri fışkırıyordu.

Bundan daha şaşılacak olanı ise şuydu:

Onların yanından yüz binlerce insan, çölllerden, kırlardan gelip geçiyordu. Gölge bir yer bulmak için can atıyorlardı. Kilimden, keçeden gölgeliğe razıydılar ama o ağaçların gölgesini görmekten mahrum idiler.

Böyle gözlere yüzlerce yazık olsun!..

Öyle gözler, zerreyi görür de güneşi göremez! Bununla beraber Allah‘ın kereminden ümit kesilmez. Yanlarından geçen kervanlar, yiyeceksiz kalmışken bu ağaçların dökülen meyvelerini göremiyorlar, ilâhi!..Bu nasıl iştir!?...“ (Tahirül Mevlevi, Şerhi Mesnevî, X, 518 [B. No:9665-9706))


MEHMET ILDIRAR

SEMERKAND

Menzil.Net - Tasavvufi yazılar.. [/color][/size]

Konular