NEYE NASIL İNANIYORUZ

[b][color=olive]NEYE NASIL İNANIYORUZ

Nurullah Toprak

“İman ettim demekle yetinemez ve yakayı kurtaramazsınız, nasıl iman ettiğinizi ve ne derece samimi olduğunuzu ölçeceğiz.” (Ankebut/2-3) ikazını yapıyor Yüce Rabbimiz. Dili ile iman ettiğini söylediği halde, iman edilen şeyleri kalbi ile tasdik etmeyen kimselere Allahu Tealâ: “Onlar inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama ‘boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat/14) uyarısında bulunuyor.

Kur’an’da bildiği gibi bizler, nefsimizin süslediği gibi değil, Rabbimizin istediği gibi iman etmedikçe, mümin sayılmayız. Bu nedenle, imanın kalplerimize tam olarak yerleşmesi en önemli meselemizdir.

Halk dilinde “amentü” denilen iman esaslarına inanan kimse mümin sayılır. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’ın yaratmasıyla olduğuna inanarak iman esasları yerine getirilmiş olur.

İman, Allahu Tealâ’nın kulun kalbine attığı ilahi bir nur ve Rabbani bir şuurdur. İmanın temelini işte bu nur ve şuur ile tasdik (kabulleniş) oluşturur. Aslında yok olan bir şeye değil, var olduğu halde görünmeyen şeylere iman edilir. Bunun için önce imana davet eden Peygamberin sözüne teslim olunur; onun söyledikleri hak kabul edilir. İnandıklarının hakikatını anlamak, varlıklarını hissetmek, onları tanımak sonra gelir.

İmanın, ilim ve salih amel ile korunma altına alınması gerekir. Çünkü kalpteki iman, dil ile ikrar, amel ile ispat edilmezse, ne imanın varlığı anlaşılır, ne de tadına varılır.

İman ile amel, kalple vücut gibidir. Kalp ve vücut da tek başına ayakta duramaz, hayat bulamaz. İmanın, salih amel, taat ve ibadetle gereği yapılınca İslâm yaşanmış olur. İslâm imanın ilan edilmesidir. İman da İslâm’ın akaidi, yani inançlar bütünüdür. Allah katında imansız amel kabul edilmez.

İman Herşeyden Üstündür

İşin temeli imandır. İman, amelden öncedir ve ondan üstündür. Müslümanların amelleri sayı ve şekil olarak aynı olsa bile, kalpteki iman ve yakîn seviyeleri birbirinden farklıdır. Aynı namazı kılan iki insanın kıldığı rekat sayısı ve okuduğu ayet miktarı eşit olabilir. Fakat namazlarının fazileti, lezzeti ve Allah katındaki kıymeti, kalplerindeki iman, Allah sevgisi, yakîn nuru ve müşahedeye göre farklıdır. Herkesin iman seviyesi değişiktir. Hatta insanın kendi imanı bile, her an aynı seviyede kalmaz; şartlara göre kuvvetlenir, zayıflar. Nuru çoğalır, azalır.

İmanın yeri olan kalp, Allahu Tealâ’nın gayb hazinelerinden bir hazinedir. Melekut alemine aittir. İnsandaki bütün bilgi, marifet, sevgi, korku gibi haller bu kalpte oluşur. Allahu Tealâ bu kalbe nazar buyurur, ona emreder ve ona nehyeder. Onu kendisine davet eder, ilahi sevgi ve nur oraya iner. İnsana kalbine göre değer verilir. Bunun için bir insan midesinin derdine düştüğü gibi, en kıymetli cevheri ve asıl emaneti olan kalbinin de derdine düşmeli, onun derdini dindirmek, ihtiyacını gidermek için elinden geleni yapmalıdır.

İman Korunma İster

İman taklitte kalırsa, insan gerçek müslüman olamaz. İmanı taklitten ve zayıflıktan kurtarmak için, önce iman edilen şeyler hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Sonra kalpte Allah sevgisini besleyecek sebeplere sarılmalıdır. Bu sebeplerin en başında zikir, tefekkür, namaz, dua, helâl lokma, sadaka verme ve haramlardan el çekme gelir. Kalbi örten, kirleten, daraltan günahlardan tevbe etmelidir. Sık sık ‘la ilâhe ilallah’ kelime-i tevhidini kalp ve dil ile söyleyerek imanı tazelemelidir. İmanı kuvvetli, edebli ve şerefli Allah dostları ile beraber olmalıdır. Bu tedbirlere Ashab-ı Kiram dahi muhtaçtı. Öyle ki, onların tek derdi imanlarını ve kalpteki Allah muhabbetini korumaktı.

Hz. Rasulullah’ın"aleyhisselam" vahiy katiplerinden Hanzala el-Üseydi "radıyallahu anh" anlatıyor: “Bir gün Ebu Bekir Sıddik"radıyallahu anh" ile karşılaştım, bana:

‘Nasılsın?’ diye sordu. Ben de:

‘Hanzala münafık oldu!’ dedim. O:

‘Sübhanallah! Sen ne diyorsun?’ dedi. Ben:

‘Bizler Hz. Rasulullah’ın"aleyhisselam" yanında bulunuyoruz. O bize Cennet ve Cehennem’i anlatıyor. Öyle ki, sanki onları gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Sonra huzurundan çıkıp çoluk-çocuğa karışınca ve işlere dalınca, orada aldığımız çok şeyleri unutuyoruz (İçeride bir türlü, dışarıda başka türlü hallere giriyoruz. Bunun münafıklık olmasından korkuyorum)’ dedim. Hz. Ebu Bekir "radıyallahu anh" de:

‘Vallahi bizde de benzeri şeyler oluyor!’ dedi. Bu durumu kendisine arzetmek için beraberce Hz. Rasulullah’ın "aleyhisselam" huzuruna gittik. Beni görünce:

‘Ey Hanzala neyin var?’ diye sordu. Ben:

‘Ya Rasulallah, Hanzala münafık oldu!’ dedim. Efendimiz "aleyhisselam":

‘Bu nasıl sözdür?’ diye sordu. Ben de:

‘Ya Rasulallah. Sizin huzurunuzda bulunduğumuzda bizlere Cennet ve Cehennem’i hatırlatıyorsunuz. Öyle bir hale giriyoruz ki, onları gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Sonra huzurunuzdan çıkıp çoluk çocuğa karışınca ve işlere dalınca, orada aldığımız çok şeyleri unutuyoruz!’ dedim. Bunun üzerine Rasulullah "aleyhisselam":

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer siz benim yanımda iken elde ettiğiniz duruma ve zikir haline devam edebilseydiniz, melekler ziyaretinize gelir, sizinle yataklarınızda ve yollarınızda müsafaha ederlerdi. Fakat ey Hanzala! Bazen böyle, bazen öyle olur.” buyurdu ve bunu üç defa tekrar etti.” (Müslim, Tirmizî)

Şeyh Eşref Ali Tânevi "rahmetullahı alyh", bu hadisten çıkardığı neticeleri zikrederken diyor ki: “İnsanın bazı amellerinden dolayı nefsine kâfir, münafık gibi onun çirkin sıfatını ifade eden kelimeler kullanması caizdir. Müşahede ve melekut aleminin keşfi mümkündür. İnsan, bir halde sabit kalmayıp devamlı değişim içinde (tasavvufî tabirle ‘telvin’ halinde) bulunmaktadır. Ayrıca, mücahedeler ve riyazetlerle manevi ilerleme elde edildiği gibi; kamil şeyhin sohbeti ve nazarıyla da manevi terakki elde edilebilir. Fakat bunun etkisi riyazetle elde edilen gibi derin ve kalıcı değildir. Hz. Hanzala’nın "radıyallahu anh": ‘Biz Peygamber Efendimiz’den "aleyhisselam" ayrıldıktan sonra daha çok dünya ile meşgul oluyoruz ve bu arada pek çok şeyi unutuyoruz’ sözü, onun Peygamber Efendimiz’den uzakta kaldığında manevi zayıflığa düşmesinden kaynaklanıyordu.” (Eşref Ali, Hadislerle Tasavvuf)

Saadet ve nur asrındaki insanlar bu destek ve himayeye muhtaç olunca, felaket devrinde yaşayan bizler, daha fazla imanımızı muhafaza ve kalbimizi ihya derdine düşmeli değil miyiz?


[/color][/b]

Konular