Zihinsel Bir Hicrete İhtiyacımız Var...

[color=blue]Zihinsel Bir Hicrete İhtiyacımız Var...



Rasim ÖZDENÖREN





Müslümanca düşünmek ne demektir? Bu soruyla söyleşimize başlayalım isterseniz?
Müslümanca düşünmek, olaya, tabiata, insana, düşünce formatına, bir müslüman nasıl bakıyorsa öyle bakmak, öyle değerlendirmek, öyle yorumlamak anlamına gelir. Bunu yapabilmen içinde İslamı içselleştirmiş olman gerekir. İslamı içselleştirmek demek, onunla hemhal olmak demektir. Onunla hemhal olamadığın müddetçe kuru bilgi seni herhangi bir yere götürmez.
Şayet bilgi yeterli olsaydı oryantalistlerin müsteşriklerin söyledikleri herkesin önünde gelmesi gerekirdi. Oysa bir müsteşrik imanıyla bakmıyor o bilgiye. Bir müsteşrik belki İslam alanındaki bilgi zenginliği itibariyle bir köy imamından hatta üniversitede ders veren hocalarımızdan çok daha fazla bir bilgi hazinesine sahip olabilir. Ama bu onun müslümanca düşünmesine yeterli değil, müslümanca düşünebilmesi için o bilginin müslümanca bir perspektif ile içselleştirilmiş olması lazım.
O perspektif ise, İslam’ın beş temel rüknünden birisi olan amentü. Biz İslam’ın şartı beş diyoruz, aslında ibadetleri sayıyoruz oysa bu rükünlerden sadece bir rükün. Saydığımız ibadetler sadece İslam’ın bir rüknü. Bunun önünde imanın esasları var. Amentü. Hepsini birlikte söylediğimizde bunun rükünleri beş olmuş altı olmuş önemli değil, ama oradaki rükünlerin kendisi önemli. Bu gün bize İslamın şartı diye öğrettikleri ibadet, İslam’ın ayrı bir şartıdır, muamelat ayrı bir şartıdır, ahlak ayrı bir şartıdır, ukubat ayrı bir şartıdır. İslamın beş şartı bunlardır, yoksa bize okullarda öğrettikleri gibi İslam’ın şartı namaz, oruç, hacc, zekat, Kelime-i Şehadet bu ibadetlerle ilgili şartların bütünü ve İslam’ın şartından bir tanesidir. Bir müsteşrikin dolayısıyla Müslümanca düşünebilmesi için ön şartlardan bir tanesi amentüyü benimsemiş olması gerekiyor. Oysa o benimsemiyor. Benimsemediği için de onun İslam hakkında verdiği hükümler geçerli değil, tarih hakkında konuşabilir, İslam Tarihi hakkında konuşabilir, bir olayın falanca tarihte olduğunu söyleyebilir, bir olayın hangi kişiler arasında hangi şartlar altında olduğunu söyleyebilir bunlar işin tarihsel vechesiyle ilgili olan hususlar. Buralarda bir şeyler söyleyebilir ama bir müsteşrik, bir müslüman için fetva mercii değildir. Dolayısıyla fetva mercii olamaması neden önemli, gerçekten kendisi müslümanca düşünebiliyor mu düşünemiyor mu? Herhangi bir Doktora, bir müslüman, ‘sayın hekimim ben oruç tutabilir miyim şöyle bir hastalığım var, bir muayene edin’ der. O da muayene eder, neticede o da müslüman bir doktor değilse hasta adına herhangi bir risk üstlenmemek için, sen orucunu tutmasan iyi olur der. Ama mü’min bir doktora gittiğimizde öbürünün söylediği gibi kolaylıkla senin oruç tutup tutmayacağına karar veremez. O çünkü bilir ki, yanlış bir karar verdiği zaman bundan neşet edecek, vebal kendi üzerinde kalacaktır. Dolayısıyla öbürünün rahatlığı yoktur, mü’min doktora bu fikirde bir görüş almak istediğinde müsteşrik olan doktorun cevap verdiği rahatlıkla cevap veremez.

İslam kendisi hakkında çok şey bilinildiği zannedilen bir konu, ama Türkiye’de en az bilinen bir konu diyorsunuz… Bugün televizyonlarda, gazete köşelerinde, herkesin İslam hakkında kafasına göre yorumda bulunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet. İslami konularda herkes kendisini konuşmaya ehil zannediyor. Hâlbuki bir futbol tartışması olsa orada o konuyu tartışanlar haricen müdahale edenlere müsamaha etmezler, hoşgörüyle bakmazlar. Ama iş İslam olduğunda herkes konuşuyor. Yaşadığım bir olayı anlatayım: Ankara’dan-İstanbul’a gelmek için havaalanındayız, sıramızı beklerken karşımda oturan kadının üç dört yaşlarında bir kız çocuğu var- çok sevimli bir çocuk- ‘maşaallah’ diye başını okşadım. Bunun üzerine o kelimeden mi her nedense çocuğun annesi bana, ‘efendim aslında ben de başımı örtmek istiyorum fakat beyim buna razı olmuyor’ dedi. Bunun üzerine bu sözü söyleyen hanımın arkasında oturan bir kadın, hanımefendi ‘İslamiyet başörtüsüyle kaim olan bir şey değil, bakın benim de başım açık’ dedi. Yanımda oturan beyefendi de, ‘İslam’ı gide gide başörtüsüne indirgiyorlar’ dedi. Benim ona ne diyeceğim de meçhul ama hanımın o sözüne karşı herkes birden fıkıh âlimi kesildi.
Özellikle başörtüsü konusunda…

Evet. Başörtüsü konusunda maşaallah herkesin bir fikri var. Başı açık diyor ki, bakın benim de başım açık ben de Müslüman’ım. Doğrudur sen de Müslümansın fakat ilgili konuda hüküm verecek mercii sen değilsin, ben de değilim. Çünkü ben işin o yönlerini bilmem. Ben de bu konularda bilgiye ihtiyacım olduğunda kendisine itimat ettiğim hocalarım vardır, onlara sorarım, onun bana verdiği bilgiye göre konuşurum. Birisi bana başımı açayım mı, örteyim mi diye sorduğunda ben o soruya cevap verme yetkisini kendimde görmem. O yetkiye haiz olan hocalarımı bilirim, onlara gönderirim kendim cevap vermem.
Sizden fetva isteyenler oluyor mu?
Muhtelif pozisyonlarda, çeşitli vesilelerle öğrenciler geliyordu -bu eskiden daha çoktu- diyorlar ki, başımızı açıp da okulumuza devam mı edelim yoksa başımızı örtmeye devam edelim de tahsilimizden vaz mı geçelim? Ben şöyle diyordum: Bana bu soruyu sorma lüzumu hissettiğine göre senin başörtüyle ilgili bir sıkıntın var, şu anda da görüyorum ki başın örtülü. Başını örttüğüne göre bu emri benden almadın, çünkü şu dünya şartları altında ilk defa karşılaşıyoruz. Ama burada böyle bir adamı yakalamışken bunun iznini alayım diye düşünüyorsun. Ben sana desem ki, başını aç okuluna devam et, sen zaten böyle bir izin bekliyorsun. Ama ben sana bunu söyleyemem, çünkü senin başını açmanla örtmenle ilgili emri benden almadın, fakat sen bunun sorumluluğunu bir başkasıyla paylaşmak hatta bu sorumluluğu bir başkasının üzerine devretmek istiyorsun. Ama itimat ettiğimiz hocalar var onlar bu konularda yetkilidirler bu konudaki fetvayı onlardan alabilirsiniz, onun yetkilisi ben değilim…

Günümüzde namaz kılmasam da olur, benim kalbim temiz diyenler ne derece Müslümanca düşünüyor?
İslam, insanın zahirinde kendini gösterir iman gibi değildir, iman kalptedir onun da yine tezahürünü görürüz. Onun ibadetiyle, muamelatıyla haliyle tavrıyla ahlakıyla bütün yaşantısına yansımış olarak görürsün. Dolayısıyla ben muamelata riayet edemiyorum, ibadete riayet edemiyorum ama kalbim temiz demiş olmak bir başına geçerli değil. Aslında senin kalbinin temizliğinin de dışına, muamelelerine, ibadetlerine yansımış olması gerekir,

Müslümanca düşünmek isteyen bir fert neler yapmalı, nasıl bir yol izlemeli ki, hedefine ulaşabilsin?
Tabi sormak kolay, cevabı da kolay ama bunu hayata geçirmesi zor olan bir konu. Ben belki bunu bir cümleyle ifade edebilirim ve diyebilirim ki, insan eğer bugün Müslümanlığının hakkını vermek istiyorsa zihinsel hicretini gerçekleştirmelidir dersem yeterli olur ama bu zihinsel hicreti nasıl gerçekleştirmelidir. İşte meselenin püf noktası burada ortaya çıkıyor.
İslam tarihinde Efendimiz "ALEYHİSSELAM" zamanında bir hicret gerçekleştirildi daha doğrusu iki hicret gerçekleştirildi. Ama bizim tarihsel olarak aklımıza gelen Mekke’den Medine’ye olan o büyük hicret. Birçok ashabın akrabasını, çoluğunu çocuğunu, malını, mülkünü her şeyini Mekke’de bırakmak suretiyle Medine’ye gitmesi, oraya yerleşmiş olması…
Bu arada şehrin ismi de değişiyor Yesrib’den Medine-i Münevvere oluyor. Bu hicretin anlamı klasik siyer kitaplarına baktığımızda genelde söylenen şey şudur, Müslümanların Kureyş müşriklerinin baskılarından, zulmünden kendilerini kurtarmak için o şehri, o bölgeyi terk etmek olarak anlatılır ve bunun uzun uzadıya hikâyesine yer verilir. Elbette ibret alınacak çok önemli yerleri var, her birinin ayrı bir hikâyesi var. Fakat hukuken önemli olan bir konu var ki, bizim klasik siyer kitaplarında görmek istediğim, bir husus. ilk defa bu hicretle Müslümanlar Kureyş karşısında müstakil bir cephe oluşturuyorlar. Hâlbuki Efendimiz "aleyhisselam" Mekke’deyken diğer Sahabeler Mekke’nin hükümranlığı altında yaşıyorlardı ve onun hukukuna tabi olmak durumundaydılar. Nitekim yanılmıyorsam Efendimize "aleyhisselam" hicretin 6. yılında bir teklif getirirler, istediğin servet ise aramızda toplayıp onu verelim, eğer istediğin kadınsa en güzelini verelim, eğer isteğin baş olmaksa buyur başımıza geç. Efendimiz de "aleyhisselam" cevaben, ‘Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz sizin bu dediğinizi kabul edecek değilim’ diyor. Ve ayeti kerime nazil oluyor, ‘Sizin dininiz size, benim dinim bana.’ Efendimiz "aleyhisselam" bu konuda şöyle bir şey düşünebilirdi, ben bunların başına geçeyim bu vesileyle işim daha kolaylaşmış olur. Böylece kurulu düzenin imkânlarını da kullanarak tebliğimi daha kolay yaparım. Ama bunu şiddetle reddediyor ve kendisinin reddi ayeti celileyle teyid ediliyor. Biz bu gün anlıyoruz ki, tamamen Müslümanca bir tavır. Kureyşin kurulu düzeninden imkânlarından yararlanmaya teşebbüs etmiyor, onun imkânlarından yararlanmak demek aynı zamanda onun hukukuna tabi olmak demek. Kaldı ki, kureyş bunu teklif ederken davandan vazgeçme şartını öneriyor. Dolayısıyla sen ya kurulu düzenin şartlarına uyup davandan vazgeçeceksin, ya da onların albenili teklifini elinin tersiyle yitip bildiğin yolda yürüyeceksin.

Günümüz Müslümanlarının ne yapması gerekiyor?

Bugün biz kurulu düzenin bize öngördüğü şartları kabul ediyoruz, bir taraftan da Müslümanca yaşayabileceğimizi düşünüyoruz. Hâlbuki kurulu düzenin şartlarına ram olduğun müddetçe, sen teorik olarak müslümanca düşünsen bile pratik olarak İslamı yaşaman söz konusu olmaz.
İşte bazıları diyor ki, namaz kılıyorsun da oruç tutuyorsun da hacca gidiyorsun da sana engel olan mı var? Sen aslında kurulu düzenin şartlarına boyun eğdiğin müddetçe sana engel olan yok. Hâlbuki İslam bir meydan okumadır, işin kökünde… İlk hicret yani Medine’ye hicretten önce o günün Habeşistan’ına bir hicret söz konusuydu. Ama bu hicret toplu bir emir halinde yapılmıyordu, Peygamber Efendimiz’in "aleyhisselam" öngörmesiyle yapılıyordu. Hicret edenlerin arasında Hz. Ebu Bekir deradıyallahu anh" vardı. Bir mola yerinde bir menzil yerinde akşam ve sabah namazını sesli olarak okuyor, onun namaz kılmasını seyretmek ve okuduklarını dinlemek için civardan insanlar geliyor ve zamanla etkilenmeye başlıyorlar. Ve Kureyş haber gönderiyor diyor ki, Ebu Bekir böyle namaz kılıyormuş ona engel ol yahut sessiz okumasını sağla. Kabile reisi Kureyş’in teklifini Hz. Ebu Bekir’e"radıyallahu anh"naklettiğinde. Hz. Ebu Bekir ben sizin komşuluğunuzdan Allah’ın "Celle Celaluh" komşuluğuna sığınıyorum, diyerekten onların teklifini reddediyor. Ama kökende namaz kılıyor ve o namaz kılışı bir meydan okumaya dönüşüyor. Oysa bugün bizim kıldığımız namaz bir meydan okuma değil tam tersine mevcut şartlara ram olmayı ifade ediyor. Yani senin namazından, orucundan kimse korkmuyorsa ve tam tersine size de kimse karışmıyor buyurun kılın, deniyorsa. O namaz namaz mıdır bir meydan okuma mıdır, bu açıdan kendimizi yoklamamız lazım. Bu arada bu meydan okumayı yanlış tarif etmiş olmayalım. Neticede bütün ibadetler Allah’ın Celle Celaluh" rızası için yapılıyor ama kurulu olan düzene de bir meydan okuyuş tavrı olarak da ortaya çıkmıyor. Efendimiz "aleyhisselam" zamanında gerçekleştirilen hicret bir defaya mahsus bir hicret. Ama bunun zihinsel olanı var. Bu her zaman bütün Müslümanlara borç olan bir hicrettir. Bu günde şayet gerçekten Müslüman olarak yaşamak istiyorsak, ben diyorum ki, bu zihinsel hicreti gerçekleştirmek gerekiyor. Bunun için de şu şartlar gerekiyor:
Birincisi evvela senin için örnek hayat tarzı neresidir? Söyleyeceğim şey tarihsel bir olay değildir. Bunun tek örneği Asr-ı Saadettir. Bunun ikinci bir nüshası yoktur. Asr-ı Saadet, Peygamber Efendimiz’in "aleyhisselam"hicretinin başlangıcından Hz. Ali "radıyallahu anh" hilafetinin sonuna kadar olan dönem Asr-ı Saadet olarak belirleniyor, asıl örneklerimizi alacağımız dönem bu dönem.
İkincisi, hali hazırda zihnimize düşüşmüş olan gayrı İslami bütün kavramları zihnimizden kovmaya çalışacağız. Bizim en önemli manevi alanlarımızdan birisi burada odaklaşıyor.
__________________
Yeni Dünya Dergisi[/color]

1 yorum

Zihinsel Bir Hicrete İhtiyacımız Var...

[color=blue]Bu kavramlar bu gün günümüz müslümanını esir almış durumdayken bunlardan sıyrılmak nasıl mümkün olabilir?

Elbette bu kavramlardan sıyrılmak da o kadar kolay değil. Olaya şuradan başlayalım, az önce hicretten, Asr-ı Saadetten bahsettik. Hicret, Kureyş’in, kâfirlerin karşısında müstakil bir saf kurulması anlamına geldiğini, hicretten ise kurulu düzenin bir parçası olarak yaşadığını söyledik. Bu hicret senin kâfirler karşısında müstakil bir saf olmanı sağlayacaktır. Kafamız gayri İslamî düzenlerin, gayri İslamî düşünce normlarının çöplüğü haline gelmiş. Biz, batıda üretilmiş olan batı düşünce normlarının, batı düşünce formasyonunun ürettiği kavramların çoğunu farkında olmadan İslamî kavramlarla özdeşleştiriyoruz. Bu yeni bir olay değil, bu Tanzimat arifesinden başlayıp günümüze kadar gelen gerek Türkiye’de gerek diğer İslam ülkelerinde yaşanan en berbat olaylardan birisidir…
Müslümanlığın önünde en çok tuzak kuran olayların belli başlısı bu dediğim konu. Batıdan getirilmiş olan kavramların, bu siyasi, felsefi, iktisadi olabilir. Aklına gelen ne kadar ilim dalları var ise bizatihi fen ilimleri de dâhil olmak üzere oralarda üretilmiş olan kavramların bizatihi bu ilim kavramının kendisi de dâhil olmak üzere bunlar kafamızda öyle yer etmiş ki, biz bunları İslam’da da var zannediyoruz. Hatta İslam’dan bu kavramların tasfiyesi konusunda kendimize göre fetvalar çıkarıyoruz, tümüyle yanlış fetvalar. Mesela ilim, batı bu gün ilmi kendisine tahsil etmiş. İlim kavramı da dâhil olmak üzere, bunların müslümanca yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Bize öyle öğretilmiş ki, ilim evrenseldir, ilim hakkında soru sorulamaz. Bir konu hakkında ilim, bir şey söylenmişse o nass olarak kabul edilir. İşte konunun püf noktası burada karşımıza çıkıyor. İlim kendisini nass olarak kabul ettiriyor. Hâlbuki biz ilmin tarihine baktığımızda ilim, gerek kültürden kültüre gerek tarihsel açıdan bir tarihten ötekine bir dönemden ötekine kendisini değiştiren kendisini yeniden düzenleyen bir kavram. Aristo zamanındaki ilimle, Kopenhang zamanındaki ilim, Kopenhang zamanındaki ilimle Newton zamanındaki ilim, Newton zamanındaki ilimle Einstein, zamanındaki ilim, Einstein, zamanından günümüze 102 yıl geçmiş. 102 yıl içerisinde gerek uzay fiziği gerek nükleer fizik safhadan safhaya geçmiştir. Bu ilim kendisine güvenenler kadar kendisine güvenmiyor, ilim kendisini yeniliyor ama biz dışardan baktığımızda o ilmin söylediklerini tartışmasız bir olay olarak kabul ediyoruz. Batının tekniğini alalım, teknolojisini alalım diyoruz fakat bu arada teknikle birlikte yaşam tarzlarını, ahlakını da alıyoruz. Çok anlı şanlı âlimlerimiz dahi bu fikirden kendilerini kurtarabilmiş değil. Yani, batının ilmini alalım, ahlakını almayalım fikri. M. Akif Ersoy bile bu fikri savunanlardan birisi, Safahat nerdeyse baştan sona bu fikri terennüm ediyor. Ama biz bu günden geriye baktığımızda bu çıkar yol değil. Burada şunu soruyoruz, kim kimi tezkiye edecek bu ilime bakarak mı İslam’ı tezkiye edeceğiz yoksa İslam mı bu ilmi tezkiye edecek?

Hocam şöyle bir çelişki var: İslam’ın bu hükmünü bilim de doğruladı, burada İslam’ı değil de bilimi referans olarak kabul ediyoruz.
Güzel bir konuya değindiniz. Şayet ilim esas kabul ediliyorsa bu gün İslam’ın herhangi bir hükmünü ilim benimseyebilir veya teyit edebilir ama yarın öyle bir ilim gelir ki o da İslam’ın hükmünü reddedebilir. O zaman ne yapacağız, ilim İslam’ın herhangi bir hükmünü reddediyor diye İslam’ı mı terk edeceğiz. O halde kim kimi tezkiye edecek, problem burada ortaya çıkıyor. Biraz önce M. Akif Ersoy’dan bahsettik, Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı diyor. Bir bakışta cazip bir teklif gibi görünüyor, fakat asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı derken burada durmak gerekiyor. Çünkü burada şöyle bir şey var; asrın idraki dediğimiz olay, mücerret bir uzayda gezen birtakım afakî bir fikir değil. Asrın idraki denildiğinde benim anladığım, o idraki temsil eden akıllar var ortada. Bu akıllar da yine fezada yüzen akıllar değil, bu akıllara sahip olan insanlar var. Kimdir bu insanlar? Edison mudur, Marks mıdır, Darwin midir, Nietzsche midir? Geçen asrın 19. yüzyılın simalarıdır bunlar. 22. yüzyıla geldiğimizde bu çeşitten insanlar çıkmış, bu çeşitten siyaset elemanları çıkmış. Kimdir bu asrın idrak edildiği kimseler. O beğenirse İslam yürürlükte olacak, o beğenmediği takdirde İslam geçersiz mi olacak. Yani asrın idraki kavramında anlaşmamız lazım. Burada belki bazılarımız şöyle düşünebilir; asrın idrakine meydan okumayı öngörüyor M. Akif. Ama hayır, bunu Safahatın terennüm ettiği diğer fikirlere baktığımızda, batıdan ilmi alalım diyor. O halde orada bir meydan okuma tarzı yok, tam tersine ilmi kendimiz oluşturalım değil de, batıdan da gerekirse alalım diyor. O ne yapmışsa taklit kelimesini kullanıyor, yani onu taklit edelim onun izinden yürüyelim, diyor. Tabi biz burada Akif’i suçlamıyoruz, o kendi döneminde söylenmesi gereken şeyleri söylüyor ama bu söylemler de Akif’in kendi selefinden, Efgani’lerden, İkbal’den geliyor. Onlar da aynı zihinsel yanlışlıklarla malum insanlar
Müslümanca bir düşünmede ve yaşamada cemaatin rolü nedir?
Güzel bir soru. İslam kelimenin tam ve gerçek anlamıyla bir mucize bir din. İnsan onun hangi noktasından tutarsa tutsun bir başka hayranlık vechesiyle karşı karşıya geliyor. Bu açıdan sorduğun soru da bu bakımdan bence çok önemli ve ilginç. Cemaatçe mi yaşanmalı yoksa münferiden mi yaşanmalı?
İslamın kendisi münferiden yaşanabilir. Bunu şöyle açabiliriz, sen bir Müslüman olarak İslam’ın hiç yaşanmadığı bir ülkeye gittiğini farz et, o ülkede kendi İslam’ını hayata geçirebilirsin, ibadetlerini yerine getirebilirsin. Bunun dışında İslam şeriatının öngördüğü diğer hususları yerine getirmek de mümkün yani, yalan söylememek, büyüklü küçüklü bütün günahlardan kaçınmak senin için öngörülmüş tavsiye edilmiş hususları da münferiden yapabilirsin. Fakat aslolan bu değil, aslolan sen nerede yaşarsan yaşa istersen kendi başına olduğun bir dünyada yaşa şayet zekât bir ibadet ise bu ibadeti yerine getirebilmen için bir ikinci kişi olması lazım, tek başına bunu yapamazsın. İkinci bir kişi olmalı ki, yardımlaşabilesiniz. Sen ona hizmet edebilesin o sana hizmet edebilsin, madden ve manen. Dolayısıyla İslam’ın münferiden yaşanmaması için bir engel yok, fakat asıl olan cemaat halinde yaşayabilmek İslam’ı toplu halde yaşayabilmek. İslam’ın diğer rükünlerinin uygulanmadığı bir ülkede insanların şunu söylemeye hakkı yok, ben zekâtımı veriyorum fakat bu zekâtın hâsıl etmesi gereken nimetler varsa ben o nimetleri göremiyorum. Niye göremiyorsun, çünkü zekât vermeyi kendisine bir vecibe olarak kabul eden insanlar faizi ihmal ediyor. Faizli bir cemiyette yaşamayı mubah olarak görebiliyorlar. Dolayısıyla sen zekâtını verip faize de geçit yolunu açık tutarsan oradan beklediğin nimet varsa o nimet kendini göstermez. Cemaat halinde yaşamanın, topluca yaşamanın İslam’ı kendi hayatımıza geçirebilmenin anlamı hikmeti, bu söylediğimiz ortamda tecelli edebiliyor. Cemaatte rahmet var, derken bu sadece namaz için söylenmiş bir söz değildir, İslam’ın tümüyle uygulandığı zaman o rahmetin hâsıl olduğunu görürsün.
Müslümanca düşünmede ve yaşamada tasavvufun yeri nedir?
Gerçekten bu soru içinde size teşekkür ediyorum Mahmut Bey. Bu gün tasavvuf, sanki mistik metafizik bir olaymış gibi algılanıyor. Hâlbuki Asr-ı Saadette hiçbir iddiası olmayan bir Müslüman, bir bedevi bir gün Efendimiz’e "aleyhisselam" geliyor diyor ki, ya Rasülallah bana öyle bir tavsiyede bulun ki, ben sadece o tavsiyeyi yerine getirmekle İslam’ı yaşamış ve cenneti kazanmış olayım. Efendimiz de "aleyhisselam" ‘namazlarını ihmal etme’ diye bir tavsiyede bulunuyor. Ve o bedevi, baş üstüne ben bunu ayniyle yerine getireceğim, diyor. Onun arkasından Efendimiz "aleyhisselam" yanındaki sahabiye, dosdoğru cennete giden birini görmek isteyen varsa bu adama baksın. Diye buyuruyorlar.
Şimdi o adam tasavvufu hayatına geçirmiş durumda, ama bunun adı konulmuş değil. Tasavvufu biz, ayakları yerden kesik, Eflatun’un görüşü olan ideler âleminde yaşayan bir olay gibi bir fenomenmiş gibi sosyal hayattan elini eteğini çekmiş bir olay gibi düşünüyoruz. Bir de olayın kendi gerçekliğiyle birlikte değerlendirmekten de uzak bulunuyoruz.
İslam’ın beş temel rüknü var demiştik. Bu rükünler de bu gün bize İslam diye irca edilmiş, İslam’ı sadece bu beş ibadetten ibaretmiş gibi tahayyül etmeye başlamışız. Hâlbuki İslam’ın en başta bir amentüsünün olduğunu hatırlamamız gerekiyor. İslam’ın bugün tümüyle yaşanabilmesi için tasavvufun kendisi zaten amentünün rükünleri içinde gizli. Amentünün rükünleri nedir? Allah’ın varlığını kabul etmek, meleklerin varlığına, kitapların varlığına, resullerin varlığına, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan "Celle Celaluh" geldiğine ve öbür dünyaya inanmak. Bunların herhangi birini çektiğin zaman diğerleri tamamen çöküntüye uğruyor. Diyelim ki, Allah’ı aradan çektiğin zaman diğer rükünlerin hiçbir anlamı kalmaz. Yine diğer rükünlerden bir tanesinin yok sayılması hepsinin çöküntüye uğramasına sebebiyet verir. Bunların hepsi birbiriyle bağ halinde. Hepsi var öbür dünya yok diyelim, o zaman yaptığımız ibadetlerin hiçbirinin anlamı kalmaz. O halde yapmamız gereken şey, amentünün öngördüğü rükünleri gündelik hayatımıza geçirmek. Bunun için Kur’an’ı Kerim’de sık sık zikredilen hususlardan bir tanesi zikirdir. Zikri bazı hocalarımız namaz diye almış, bazı imamlarımız Allah’ı "Celle Celaluh" zikretme şeklinde almış. Bu zikri ister Allah’ı zikretme şeklinde, ister melekleri, ister resulleri öte dünyayı hayrı şerri bunların tümünü içine aldığını düşünürsen veyahut rabıta da diyebiliriz bunlara. Mürşit, Resul, ölüm… Bunları rabıtana almak demek bunları kendi gündelik hayatında içselleştirmek demektir. Bunlarla hemhal olmak demektir. Mesela namaz kılarken, oruç tutarken bazı kurallar öğretiliyor, gelişigüzel yapılmıyor bunlar. Bazıları, ibadetlerin nasıl yapılacağı Kur’an’ı Kerim’de belirtilmemiş, o zaman kafama göre yaparım, diyor. Hayır, bunu Rasulullah talim etmiş ashabına, biz de o talimlere göre öğreniyoruz. O talimler o günde geçerliydi. Bugün de geçerli kıyamete kadar da geçerliliğini devam ettirecek. Nasıl ki, namaz kılmanın hakkını verebilmek için onun rükünlerine, erkânına riayet etmek zorundaysan, zikir içinde aynı şekilde bir sistem dâhilinde sana öğretilen şekilde Rasulullah "aleyhisselam" öğrettiği şekilde riayet etmek lazım. Eğer İslam’ın hakkını dört başı mamur olarak yerine getirmek istiyorsan sadece ibadet, muamelat yetmez.
İslamı, Cenabı Allah’ı kendi varlığında içselleştirmen lazım. Cenabı Allah "Celle Celaluh" ne buyuruyor, ‘Ben evrene sığmam mü’min kulumun kalbine sığarım.’ O halde kalbine sığabilen Allah’ı "Celle Celaluh")sen kendi hayatında yaşayabilmelisin. Elin bir nimete uzanırken Allah’ı "Celle Celaluh" hatırlayabilmek, otobüse binerken, evinden çıkarken, işe başladığında, yatak odana girdiğinde yani gündelik bütün işlerin başında ve sonunda sen rabıtanı kalbinde, kafanda, zihninde tutabilirsen Müslümanca bir hayatı da kendi hayatına geçirmiş olursun. Ama bunu yapabilmen için de bu zikri talim eden kişilerin hocaların, mürşidlerin dizinin dibine gideceksin eteğine yapışacaksın yani, zikri talim eden hocalarla irtibata geçeceksin.


[url]www.yenidunyadergisi.com/[/url][/color]

13.02.2008 - dutkmd

Konular