Kimdir?

İslâm kimyacılarının en ünlüsü, tabiat filozofu ve çok yönlü âlim.

Hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Onunla ilgili ilk kaynaklarda yer alan bilgiler tam bir belirsizlik içindedir, aynı zamanda bunlar hayat hikâyesine efsanevî birtakım unsurların da karışmış olduğunu gösterir. İbnü’n-Nedîm Câbir’in künyesini Ebû Abdullah olarak bildirir; fakat daha sonra Ebû Bekir er-Râzî’nin bir cümlesinde, “Hocamız Ebû Mûsâ Câbir b. Hayyân der ki” ifadesine yer vermesinden, künyenin Ebû Abdullah değil Ebû Mûsâ olması gerektiği anlaşılmaktadır. Bizzat kendisi de eserlerinde Ebû Mûsâ künyesini kullanmaktadır (Muhtâru Resâǿili Câbir b. Hayyân, s. 307). İbnü’n-Nedîm, Câbir’in aynı zamanda sûfî olarak tanındığını da söyler (el-Fihrist, s. 498-500). Kadî Sâid bu ifadeye biraz daha açıklık kazandırarak, “O bâtın ilmi diye bilinen bir ilme intisap etmişti; bu Hâris b. Esed el-Muhâsibî, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ve benzeri mutasavvıfların yoludur” (Tabakatü’l-ümem, s. 70) derse de gerçekte Câbir’in klasik anlamdaki tasavvufla herhangi bir ilişkisinin bulunduğunu söylemek güçtür. Bu durum, simya gibi kimyanın da bir bakıma bâtınî-sırrî bir ilim kabul edilmesinden veya bulduğu formüllerin başkalarının eline geçmemesi için çalışmalarını gizlilik içinde sürdürmesinden, yahut da hocası Ca‘fer es-Sâdık’a benzer biçimde zâhidâne bir hayat yaşamasından kaynaklanmış olabilir. Bazı müellifler Câbir b. Hayyân’ı öldüğü yer olan Horasan’ın Tûs şehrine nisbetle Tûsî şeklinde anarlar. Bazıları ise Sinân b. Sâbit b. Kurre’nin soyundan gelen Harranlı bir Sâbiî olduğunu iddia ederler; fakat bu görüşü destekleyecek herhangi bir delil mevcut değildir. Bu arada İsmâil Paşa’nın onu Tarsûsî nisbesiyle zikretmesini (Hediyyetü’l-ârifîn, I, 249) bir yazım hatası saymak gerekir. Öte yandan İbnü’n-Nedîm, X. yüzyılda bazı âlim ve tanınmış biyografi yazarlarının Câbir’in hiçbir zaman yaşamadığını ve tamamen efsanevî bir şahsiyet olduğunu iddia ettiklerini haber vermekte ve bu iddianın tutarlılık derecesini tartışmaktadır (el-Fihrist, s. 499).

Hakkında toplanabilen dağınık ve yer yer çelişkili bilgilerden, Câbir’in babası Hayyân’ın aslen Yemen’in Ezd kabilesinden olup Kûfe’de attarlık yaptığı, VIII. yüzyılda Emevî hânedanının yıkılmasıyla sonuçlanan olaylarda Abbâsîler’i desteklediği, hatta dâî* sıfatıyla Horasan’a gönderildiği ve daha sonra orada Emevî valisi tarafından 107 (725) yılında idam ettirildiği öğrenilmektedir. Buna göre Câbir’in VIII. yüzyılın ilk çeyreğinde doğduğunu söylemek mümkündür (Sezgin, IV, 133). Doğum yerinin Kûfe mi Tûs mu olduğu meselesi de ayrı bir tartışma konusudur. Kesin bir sonuca varılamamakla birlikte babasının Horasan bölgesinde bulunduğu sıralarda Tûs’ta doğduğu kabul edilebilir.

Hayatının önemli bir kısmını Kûfe’de geçiren Câbir, burada Ca‘fer es-Sâdık’tan faydalanma imkânı bulmuş, ayrıca şehrin havası kimya araştırmalarına elverişli olduğu için bu şehirde oturmayı tercih etmiştir. İbnü’n-Nedîm’in verdiği bilgiye göre Irak Büveyhî Hükümdarı Bahtiyâr zamanında (967-978) Kûfe’de tonozlu bir yapı ortaya çıkarılmış ve içinde 200 batman altın bulunan bir havanla bir potaya rastlanarak Câbir’in evinin de burada olduğu tesbit edilmiştir (el-Fihrist, s. 499). Çalışmalarını bir süre Bağdat’ta Bermekîler’in himayesinde sürdüren Câbir, bu ailenin devlet yönetiminden uzaklaştırılmasından sonra tekrar Kûfe’ye dönmüş ve burada Me’mûn dönemine kadar araştırmalarına gizlilik içinde devam etmiştir. Cildekî onun doksan yıldan fazla yaşadığını ve öldüğü zaman yastığının altında bulunan Kitâbü’r-Rahme nüshasına düşülmüş bir kayıttan 200 (815) yılında Tûs’ta öldüğünün anlaşıldığını söyler (Sezgin, IV, 134).

Başlangıçtan beri Câbir’in şahsiyeti hakkında çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. Şiîler onun altıncı imam Ca‘fer es-Sâdık’ın talebesi ve bab*lardan biri olduğunu, eserlerinde kullandığı, “Efendim Ca‘fer bana dedi ki” ifadesiyle Ca‘fer es-Sâdık’ı kastettiğini ileri sürerken karşıt görüşlüler de burada kastedilen şahsın Bermekî ailesinden Vezir Ca‘fer b. Yahyâ olduğunu savunurlar (İbnü’n-Nedîm, s. 499). Oysa her iki görüşün de doğruluğunu gösteren belgeler vardır. Çünkü eserlerinde her vesile ile Ca‘fer es-Sâdık’ın talebesi olduğunu vurgularken bir zamanlar hizmetinde bulunduğu Ca‘fer b. Yahyâ ile olan yakın ilişkilerinden de söz eder (Muhtâru Resâǿili Câbir b. Hayyân, s. 306).

Câbir sahip olduğu bütün bilgileri “hikmetin kaynağı” diye nitelendirdiği İmam Ca‘fer es-Sâdık’tan aldığını söyler. Ayrıca hocaları arasında uzun bir ömür sürdüğü rivayet edilen Harbî el-Himyerî’yi anar ve birçok ilmin yanı sıra Himyerî dilini de ondan öğrendiğini açıklar. Hocalarından bir diğeri ise Muâviye’nin torunu Hâlid b. Yezîd’in üstadı Marianus’un talebesi olan bir rahiptir. Bunlardan başka lakabı “Üzünü’l-himâr el-Mantıkı” olan bir hocasından da söz eder (Musannefât fî ilmi’l-kîmiyâ, s. 100). Kaynaklar onun yönetimin baskısından korktuğu için uzun süre bir yerde ikamet edemediğini ve sürekli seyahat etmek zorunda kaldığını yazar; kendisi de Irak ve Suriye’de bulunduğunu, Mısır ve Hindistan’a seyahatler yaptığını anlatır.

Her ne kadar Câbir’in çalışmaları tıp, astronomi, matematik, felsefe ve dönemin diğer ilim alanlarına yayılmışsa da o birinci derecede bir kimyacı olarak kabul edilir. Onun kimya tarihindeki seçkin yerini ilk tesbit eden ve kimyayı sistemli bir deneysel bilim haline getirdiğini ilk gören E. J. Holmyard’dır. Bu araştırmacı, ilimler tarihinde Câbir’in yalnız kimyacı değil ayrıca tabip, filozof ve astronomi bilgini sıfatlarıyla da özel bir yere sahip olduğu görüşündedir. E. O. Lippmann ise Câbir’in kimya tarihindeki yerinin Boyle, Priestley ve Lavoisier gibi modern kimyanın kurucuları ile denk olduğunu söylemektedir (Sezgin, GAS, IV, 244). Gerçekten de Câbir tabiat bilimlerinde deneysel metodun önemini tam olarak kavramış ve bu metodu bütün çalışmalarında uygulamıştır. Onun, “Bu kitapta duyduklarımızı, bize söylenenleri yahut okuduklarımızı değil ancak tecrübe ettikten sonra gözlediğimiz şeylerin özelliklerini zikrettik” şeklindeki ifadesi (Muhtâru Resâǿili Câbir b. Hayyân, s. 232), deneysel metoda verdiği önemi göstermektedir. Bu sebeple bütün Ortaçağ kimyacıları büyük ölçüde Câbir’in tesirinde kalmışlar, Ebû Bekir er-Râzî ve İbn Sînâ gibi filozof ve bilginler onu üstat olarak tanımışlardır; hatta Roger Bacon bile ondan “üstatların üstadı” diye söz etmiştir (Saraç, 6).